24 Mayıs 2012 Perşembe

KLEOPATRAMısır geleneklerine göre babasının isteği üzerine 15 yaşının içinde kardeşi ile evlendi, yönetime ortak oldu. Sezar ile ilişki kurdu metresi oldu, Mısır’ın tahtında kalabilmek için Antonius ile beraber yaşadı, üç çocuğu oldu. Krallar kraliçesi olabilmek için cinsel cazibesini silah olarak kullandı. Ve 39 yaşının içinde zehirlenerek öldü.

Kilikya kelimesinin anlamı üzerinde görüş açıklayanların düşünceleri farklı farklıdır. Fenike Kralı Agenor’un soyundan gelen Kiliks adındaki şahıstan dolayı isim aldığı açıklandığı gibi, cam yapımında kullanılan kumtaşının kaynağı olan bölge olması da gösterilir. Taştan topraktan yapılan cam gibi “insanın görüntüsünü yansıtan” aynalar sadece bir görünüştür. Aynanın arkasında var olan duygular ve gerçekler ise çoğu kez saklanır…Ama yaşanan olaylar ve yansımalar tarihin gündeminde hiç unutulmaz…Tıpkı Bir zamanlar Mısır diyarına hükmeden Kleopotra’nın hayat hikayesinde olduğu gibi.

Kısa kesilmiş sarı saçları  mavi gözleri alımlı bakışları ile  İskender ordusu ile Mısır’ın fethine katılan Yunanlı soyunun  temsilcisi idi. Büyük İskenderin Mısır’ı fethi esnasında o diyarda kurulan Ptoleme krallığının mirascısı idi. Ve kraliyet tahtında  da babası  Ptoleme XII bulunuyordu. Bir baba çocuklarının özelliğini en iyi bilecek bir insandır. Yaşa ki göresin derler ya! Mısır yönetimini elinde bulunduran Ptoleme XII’nin karşılaştığı olaylar ilginç olduğu kadar da düşündürücü idi.  Ptoleme XII, kızı Cleopatra ile birlikte Roma’yı ziyaret etmek istediğinde kendi öz kızı  Tryphanea’nın isyanı ve kraliyet tahtını ele geçirmesiyle sarsıldı.  Tryphanea’ya isyan edenler onu öldürerek hayatına son verdiler.  MÖ 58 yılında diğer kız kardeşi Berenica’da babasına isyan ederek kraliyet tahtını ele geçirdi.  Yaşlı kral Ptoleme XII ölmeden önce Mısır krallığının yönetimini küçük oğlu  Ptoleme’ye geçmesini istiyordu. Ama bir isteği vardı: Kızı Cleopatra ile hayatta bulunan oğlunun evlilik yaparak yönetimin ortaklaşa sürdürmeleri… Yaşlı baba Ptoleme XII, MÖ 51 yılında öldü. Ve kağıt üzerinde de olsa Cleopatra kendi kardeşi ile evlendi.  Aynı ana babadan doğma öz kardeş olanlar arasında yapılan evlilik ne kadar sağlam temellere dayanırdı ki! Cleopatra ile resmiyette kocası ve XIII. Ptoleme ünvanıyla Mısır yönetiminde bulunan kardeşi arasındaki çekişme ve çatışmalar sürdü gitti.  Evlilikleri 3 yıl kadar sürdü. Ve Cleopatra kardeşinin öldürülmesi üzerine tek başına yönetimi eline geçirdi. Kendi görüntüsü olan yaralar bastırdı. Mısır kraliçesi olduğunda 15 yaşında idi. Ama hayatta kalan son kız kardeşi Arsinoe’nin askeri darbesine karşı koyamadı ve sürgüne gönderildi.

Roma İmparatorluğunun merkezinde siyasi ve askeri karışıklıklar vardı.  Roma’da yaşanan iç savaşı Pompey adındaki kumandan kaybetti. Bu mücadelede  Mısırlılı kumandanlar Jül Sezar’a destek verdiler.  O sırada Mısır tahtında Ptoleme adıyla bir başka kral vardı ve o da Cleopatra’nın hayatta olan kardeşi idi. Mısır geleneklerine göre de aynı zamanda Cleopatra’nın evli kocası sayılıyordu. Ama Cleopatra ile “sözde kocası” arasında şiddetli çekişme ve çatışmalar vardı. Jül Sezar, denizden  donanması ve ordusu ile İskenderiye sahillerine geldi. Kenti ele geçirdi.  Mısır Kralı Ptoleme ile “hem karısı ve  hem de kardeşi” Cleopatra arasında yaşanan olaylarda arabuluculuk yapmak istedi. Sezar’ın görevi Roma’ya bağımlı bir Mısır eyaleti yaratmak idi.  İskenderiye’de siyasi karışıklıklar sürdü gitti. Cleopatra, tarihi belgelere yansıyan hikayeye göre- sarayda bir İran halısı içinde Sezar’ın önüne kondu. Halı açıldı ve içinden insan aklını, duygusunu etkileyen bakışları ve cinsel cazibesi ile baştan çıkaran genç bir kadın çıktı. Sezar’a elini uzattı. Duygusal yakınlık kısa sürede aşka dönüştü. Cleopatra Mısır tahtında oturan bir kraliçe olmak istiyordu ama Romalı Jül Sezar’ın desteğine ihtiyacı vardı.  Cleopatra ile Jül Sezar arasındaki sıcak ilişkiler, Nil nehri üzerinde yapılan yüzlerce geminin katıldığı görkemli seyahatlar ile sürdü gitti. Dillere destan hikayeler ve destanlar anlatılmaya başlandı. Cleopatra 20, Jül Sezar ise 50 yaşının içinde idi. Fiziksel görünüşlerine göre “Baba ve kız” durumunda olan iki insanın siyasi amaçlar ve iktidarı ellerinde bulundurmak için “yatak odasına kadar uzanan” beraberlikleri söz konusu idi.  Ve bu beraberlikten bir oğlan çocuğu oldu. Adına da “Sezarion” dediler.Sezar, Mısır’ı  Kleopatra’nın yönetiminde ama Roma’ya bağlılık gösterir statüde bırakarak ülkesine döndü. (MÖ 47)

Cleopatra, aşkı Sezar’ın yanı başında olmak için oğlu Sezarion ile birlikte Roma’ya gitti. Bir müddet İmparator sarayı yakınlarında misafir oldu. Sezar, en yakınında bulunan evlatlığı Brütüs ve adamları tarafından Senato kapısında arkadan hançer saplanarak öldürüldü (MÖ 15 Mart 44). Son sözleri” Sen de mi Bürütüs?” sözleri bin yıllardan beri insanoğlunun dilinden düşmedi.

Sezar sonrası Roma’da yönetimin önde gelen kumandanlarından Mark Anthony ile Cleopatra arasında “sorunları çözümleme” görüşmesi Kilikya olarak isimlendirilen Çukurova’nın en büyük kentlerinden Tarsus’ta gerçekleştirildi (MÖ 42). Tarsus buluşması Cleopatra ile Antonius arasında yeni bir aşkın doğmasına yol açtı. Ertesi yıl (MÖ 41) Cleopatra yeni sevgilisi ve yatak odası arkadaşı Antonius ile İskenderiye’de beraber oldu. Antonius, Kleopatra’nın Mısır kraliçesi olması isteğini onayladı. Sonra Anadolu’ya geçerek Ermenistan ve Partlar üzerine yürüdü. Büyük zafer kazandı. Mısır ordusu karadan ve denizden Antonius’un emrinde idi.  Cleopatra ile Antonius’un beraberliğinden önce iki çocuk oldu:Helios ve Selene isimlerinde…  Antonius’un bu beraberliği de yasal bir evlilik değildi.

Kleopatra’nın Antonius’un beraberliğinden doğan üçüncü çocuğunun ismi de Filadelfus idi. Cleopatra ile Antonius’un on yıl kadar süren (MÖ 40-30) beraber olmasını sağlayan merkez Tarsus şehri oldu.  Tarsus buluşmaları dillere destan aşk hikayelerinin de kaynağı oldu.

Roma’daki iktidar mücadelesi ve kumandanlar arasındaki çatışmalar bitmedi. Roma’nın güçlü kumandanı Oktavian ile Antonius arasındaki Actium deniz savaşını Antonius kazandı. Bu savaşta Cleopatra, sevgilisinin donanmasının zayıflığını gördü. Kendi donanmasına İskenderiyeye dönmesi emrini verdi.  Oktavian, Antonius’un peşinden Mısır’a geldi. Antonius, ağır bir şekilde kaybettiği mücadele sonrası intihar ederek hayatına son verdi. Cleopatra da sarayına kapandı ve son anında kadehindeki zehirli şarabı içerek hayatına son verdi. Kleopatra’nın zehirlenerek ölmesi olayına “Yılan zehirledi” hikayesini uydurarak olayı anlattılar.  Ve tarihler MÖ 30’u gösteriyordu. Cleopatra 39 yıl ömür sürdürmüş. Roma ile Mısır’ın siyasi beraberliğini “cinsel cazibe ve aşk ilişkisi” ile sağlamaya çalışmıştı. İktidara giden her yolu kullanmak  onun için geçerli idi. Siyasi hırsı uğruna, kardeşleri ile evliliği, entrikalar öldürmeler ve Romalı kumandanlar ile yaptığı nikahsız evlilikler onun hayat hikayesinin kaynağı oldu.  Bu olaydan geriye ne kaldı derseniz: Cleopatra ile Antonius buluşması Akdeniz kıyısındaki Tarsus’ta gerçekleşiyordu. Tarsus’un ana giriş kapısından geçerek villa-sarayda buluşmalar, görüşmeler ve beraberlikler, arkasından yapılan spor gösterileri, arenalarda boğuşmalar hemen hepsi unutuldu gitti. Ama sadece geriye günümüzde hala Tarsus’un önemli bir tarihi simgesi olan “Kleopatra kapısı” ismi kaldı. Bir de o dönem bastırılan paralar üzerinde Kleopatra’nın genç ve hırslı olduğunu yansıtan büst heykeller ile paralar üzerindeki görüntüsü. Belki suni  fiziği güzelliği vardı ama siyasi ihtirasları onu bambaşka bir insan yapmıştı!

21 Mayıs 2012 Pazartesi

TARSUS ŞELALESİ
Tarsus ilçe merkezinin kuzeyinde Berdan ( Kydnos ) Çayı üzerindedir. Berdan nehrinin bu bölümünde nehir suyu 4-5 metrelik bir yükseklikten dökülerek şelale meydana getirmektedir. Romalılar döneminde şelalenin bulunduğu alan nekropol ( mezarlık ) olarak kullanılmıştır.
Şelalenin bulunduğu alanda konalemera yapıya sahip kayalara oyularak yapılmış mezarlar nehrin akış yükseltisi altında ortaya çıkmasından sonra oldukça tahrip olmuş durumdadır.


TARSUS Aziz (St.) Paul Kuyusu
Aziz Paul, Tarsus'da doğmuş ve babasının mesleği olan çadır bezi dokumacılığını yapmıştır. Tarsus'da Aziz Paul'un doğduğu ve yaşadığı ev olarak bilinen yapı kalıntısının ortasında bulunan kuyunun suyu, günümüzde halk arasında şifalı olarak bilinir. Bazı Hıristiyanlar, Hacı olmak için Kudüs'e gitmeden önce Tarsus'a uğrayarak Aziz Paul kuyusundan su içerler.
Aziz Paul Kuyusu
Tarsus İlçe Merkezinde, Kızılmurat Mahallesinde Cumhuriyet Alanının yaklaşık 300 m kadar kuzeyinde, eski Tarsus evlerinin yoğun olduğu bölgede, öteden beri St.Paul'un evinin yeri olarak kabul edilen bir avluda bulunan kuyu, St.Paulus Kuyusu olarak bilinir. Bu evin bahçesinde yakın zamana kadar yapılan küçük bir kazı çalışmasında bazı duvarlar ortaya çıkarılmıştır. St.Paulus'un Hristyanlık için önemine bağlı olarak, bu kalıtıların ve kuyunun çok eskiden beri kutsal sayılması, kentte yakın zamana kadar yaşayan hristyan cemaatinin inancının izleri olarak yorumlanmaktadır.
Halen çevre düzenlemesi ve çevre istimlakları yapılmakta olan kuyunun çapı 1.15 m dir. Ağız taşının silindir biçiminde olmasına karşın, asıl kuyu gövdesi kare biçimindedir ve dörtgen kesme taşlarla yapılmıştır. Derinliği 38 m olan kuyunun suyu yaz- kış hiç eksilmez. Kudüs'e hacı olmak için yöreden geçen hristyanlarca kutsal sayılan bu kuyu suyundan içilir. Bunun yanısıra yapılan kazı çalışmalarında St.Paulus'un doğduğu ev olarak tahmin edilen evin taş duvarları St.Paul Kuyusu'nun hemen yanında gün ışığına çıkarılmıştır.
29 Haziran 2008 ile 29 Haziran 2009 arasında tüm Katolik aleminde Aziz Paul Yılı olarak kutlanacak.

Aziz Paulus ( AZİZ PAVLOS ) aslında bir çadır dokumacısıydı. Hayatı aniden bir mucize ile değişti. İncil'de anlatılanlara göre bir gün Şam'a giderken gözleri tanrı tarafından kör edildi ve 3 gün boyunca göremedi. Daha sonra Hz. İsa, Hananya isimli bir inananını gönderdi ve Aziz Paulus'un gözlerini açtırdı ve onu Hıristiyanlığı yaymak üzere görevlendirdi. Bunun üzerine Aziz Paul, hayatını Hıristiyanlığı yaymaya adamış ve yollara düşmüş. Yanındakilerle birlikte Akdeniz’de ilk Hıristiyan kilise ve cemaatlerini kurmayı başaran Aziz Paul, M.S. 46'da başlayan misyonerlik çalışmalarını İspanya'ya kadar götürmeyi amaçlamış. Hz. İsa'dan sonra Hıristiyanlığın yayılmasında önemli rol oynamıştır.

Asıl adı Saul olan Aziz Paul, Hıristiyanlığın ilk yıllarında Tarsus’ta doğdu. Roma vatandaşı olmasına rağmen Yahudi idi,  Çocukluğunda İbranice öğrendi ve Yahudi eğitimi gördü. Çadır yapımı ve satımı üzerinde çalıştı. Genç bir adam olarak, Rabbi (Eğitmeni) Gamaliel’den ders almak için Kudüs’e gitti.

Dini görevleri sırasında  Anadolu, Yunanistan, Suriye ve Filistin'i dolaştı. Paul diğer müridler gibi Yahudiler üzerinde ikna edici olmadı. Bu yüzden aldığı tepkiler sonucunda hayatı pek çok kez tehlikeye düştü. Yahudi olmayan topluluklara öğüt vermekte ise son derece başarılı oldu. Öyle başarılı oldu ki Musevi olmayanların Havarisi olması önerildi. Başka hiç kimse Hıristiyanlığın yayılma tarihinde bu kadar etken rol oynamadı.

Roma İmparatorluğu’nun doğusuna yaptığı üç misyoner seyahatten sonra Paul Kudüs’e döndü. Orada tutuklandı ve yargılanmak üzere Roma’ya gönderildi. Yargılanmanın nasıl sonuçlandığı Roma’yı terk edip etmediği belirlenmedi ancak M.S.64 yılında Roma şehri dışında idam edildi.

Aziz Paul’ün Hıristiyanlık üzerine  etkileri üç şeye dayanır:

1-     Misyoner olarak büyük başarısı

2-     İncil’in yeni şeklinin en önemli  kaynağı olan yazıları ve kitapları.

3-     Hıristiyan Tanrıbiliminin oluşumundaki büyük rolü.

Yeni İncil’in 27 kitabından en az 14ü Aziz Paul tarafından yazılmıştır. Diğer kitaplardan yalınızca dört yada beşi tek bir kişi tarafından yazılmıştır.

Paul’ün Hıristiyanlığa yaptığı katkılar çok büyüktür, fikirleri şunlardan oluşmaktadır:

- İsa yalınız bir peygamber değil aynı zamanda kutsal bir insandı. Bizim günahlarımız yüzünden öldü. İnsanın kurtuluşu İncil’in emirlerine (Yasa) körü körüne uymakla olmaz, Salt İsa’ya inanmakla olur. Eğer insan İsa'ya inanırsa, bütün günahları af edilir. İncilin emrettiklerine (Yasa) uyarak kurtuluşa erişemeyeceğini savunduğu için aziz Paul, Yahudi geleneklerinde ayrılmayan, sünnet olan, hatta Musa’nın On emrine inanan Yahudilere bile, bu dini  kapılarının açık olduğunu belirtti.

13 Mayıs 2012 Pazar

                                     Eshab-ı Keyf


  Hazreti Isa aleyhisselâmdan sonra încil ehlinin işi karmakarışık, alt üst olmuş, aralarında günahkârlar büyümüş, hükümdarlar azgınlaşmış ve putlara tapar; putlar için kurbanlar keser hale gelmişlerdi. Bu yolda en ileri gidenlerden birisi de Rum hükümdarlarından Dekyanus idi. Bu hükümdar Rum diyarını dolaşıp putperestliği kabul etmeyen Isa ümmetini katlediyordu.
Dekyanus bu gezisi sırasında nihayet Eshâb-ı Kehf’in şehri olan Dekinos’a da indi. İner inmez de îman ehlini takip ve toplanmasını emretti, iman ehli bunu duyduklarından dolayı şuraya buraya kaçıp gizlenmişlerdi. Şehrin kâfirlerinden tâyin ettiği zabıtası, îman sahiplerini takip ediyor, gizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanus’a getiriyorlardı. O da putlara kurban kesilen mezbaalara sevkedip kendilerini putlara tapmak ile öldürülmek arasında muhayyer bırakıyordu. Alçak dünya hayatına rağbet gösterip de bu katliâmdan korkanlar onun dediğini yapıyorlar, ebedî hayatı tercih edenleri ise öldürüp parçalayıp şehrin sûrlarına ve kapılarına asıyorlardı.
Bu durumu gören bir kaç genç ki, onlar Rum’un asilzadelerinden bir rivayete göre de hükümdarın yakınlarından idiler. Kendileri hür kimselerdi. Bunlar bu vaziyetten çok müteessir oldular, bu fitnenin defi için Allahü Teâlâ’ya göz yaşlarıyla yalvararak namaz kılıp dua ediyorlardı. Zalim hükümdarın adamları bunları ihbar ettiler. Bunun üzerine Dekyanus, onları bir sohbet halinde iken bastırıp huzuruna getirtti ve biraz şeyler söyledikten sonra kendilerini «Ya putlara tapmak veya ölüm»den birini seçmek üzere muhayyer bıraktı. O vakit o yiğitler de Allahü Teâlâ’nın kendilerine verdiği rabıta ve metanetle kıyam edip dediler ki:
— Bizim bir ilâhımız vardır ki, O’nun azamet ve kudreti Gökleri ve Yeri kaplar. O, Göklerin ve Yerin Rabbidir. Biz O’ndan başka birine ilâh demeyiz, asla ibadet etmeyiz. Senin davetine uyma ihtimalimiz ebediyyen yoktur. Doğrusu biz öyle yaparsak o vakit akıldan uzak, haddini aşmış, yalan söylemiş oluruz. Çünkü ondan başka ilâh muhaldir, yalandır. Hükmün ne ise yap!
Böylece bu yiğitler müşriklere karşı baş kaldırıp Allah’ın birliğini, tevhidi ilân ettiler. Hâsılı bu gençler, Allah’dan başka ilâh tanımayan hakikî mü’min idiler, işleri de Allahü Teâlâ’nın hidayetiyle dinlerini korumak için zalim müşriklerin zorlama ve şiddetlerine karşı baş kaldırmak olmuştu. Şirke sapan ve dünya hayatına rağbet gösteren Hıristiyanlara benzemiyorlardı. Hükümdarın ve müşriklerin huzurunda böyle kıyam edip olanca rabıta ve kalb metanetiyle söz birliği halinde tevhidi ilân ederek kendileriyle beraber hakkı söylemeyip şirke sapan kavimlerini tahkir ve takbih ederek şöyle söylediler:         
 — Bak hele, şunlar, şu bizim kavim Allahü Teâlâ’dan başka ilâh kabul ettiler. Allahü Teâlâ’nın ilâh olduğuna ve Rab olmasının büyüklüğüne Gökler ve Arz gibi açık deliller var. Fakat O’ndan başkasının ilâh olduğuna dair açık bir delil getirseler ya bakalım? Ne mümkün?.. Delilsiz dâva kabul edilir mi? Veya şunun bunun keyfî tahakküm ve tasallutu delil tutulur mu?
Yiğitlerin böyle kıyam edip gereken cevabı vermeleri üzerine Dekyamıs, onların üzerlerindeki asalet elbiselerinin soyulmasını emredip yanından çıkardı ve kendisi mühim bir iş için Ninova şehrine gitti ve geri dönünceye kadar onlara düşünmek için mühlet verdi; kendisinin dediğine uyarlarsa uyarlar, yoksa diğer müslümanlara yaptığını yapacaktı.
Bunun üzerine gençler kavimlerinden de böyle yüz çevirdikten sonra çekilip kendi kendilerine dinlerini muhafaza etmek için karar verip şehrin yakınındaki Benclüs dağında sarp bir mağaraya gizlenmeyi kararlaştırdılar. Her biri babasının hanesinden bir şeyler aldı, bazısını sadaka olarak verdiler, kalanını da nafaka edinerek gidip o mağaraya sığındılar. Burada gece ve gündüz namaz kılıyorlar, Allahü Teâlâ’ya inleyerek, yalvararak niyaz ediyorlardı. Nafakalarına ait işleri Temliha’ya vermişlerdi. O, sabahleyin bir miskin kıyafetine girerek şehre giriyor, lâzım olanı alıyor, biraz da havadis öğrenerek arkadaşlarının yanına dönüyordu.
 Dekyanus şehre geri dönûnceye kadar bu şekilde durdular. Zalim gelir gelmez bunları isteyip babalarını getirtti. Babaları onların kendilerine isyan ve mallarını da yağma ederek çarşılarda israf ile dağa kaçtıklarını söyleyip özür beyan ettiler. Temliha bu fena durumu görünce pek az azık alıp ağlayarak mağaraya vardı ve arkadaşlarına dehşeti haber verdi. Hepsi ağlaşarak secdelere kapanıp Allahü Teâlâ’ya yalvardılar, sonra başlarını kaldırıp oturdular, yapacakları iş hakkında konuşmaya başladılar. Derken Allahü Teâlâ bunlara bir uyku verdi, yattılar, nafakaları baş uçlarında olduğu halde uyuyup kaldılar.
Beri tarafta Dekyanus hiddetinden ne yapacağını düşünüyordu. Onları uykuya daldıran Allahü Teâlâ bunun kalbine de mağaranın kapısını kapatmayı getirdi. Bunun üzerine Dekyanus mağaranın kapısının ördürülmesini emretti:
— Açlıktan, susuzluktan ölsünler, mağaraları kabirleri olsun! dedi.
Adamları da öyle yaptılar. Ancak Dekyanus’un hanesinde îmanını gizleyen iki mü’min vardı. Birinin adı Pendros, diğerininki ise Runas idi. Bunlar Eshâbı Kehf’in isimlerini, neseblerini ve kıssalarını iki kuru levhaya yazıp bir bakır sandığa koyarak yapılan duvarın içine koymayı kararlaştırdılar ve bu şekilde yaptılar.
Bu yiğitler öyle bir vaziyette uykuya dalmışlardı ki, görülse uyanık zannedilir, fakat hakikatte ise uykuda idiler. Uykuda oldukları halde gözleri açık, sağa ve sola dönüyorlardı. Köpekleri Kıtmîr ise mağaranın girişinde kollarını serîvermiş bir vaziyette uyuyordu. Üzerlerine çıkıp varılsa muttlak dönülür kaçılır, korkudan donakalırlardı. Zira vaziyetleri öyle heybetli, öyle korkunç idi. Bu itibarla kendilerine kimsenin muttali olması mümkün değildi. Öyle bir rahatlık içinde uyuyorlardı ki Güneş doğduğu zaman mağaralarından sağ tarafına meyillenir, batarken de onları sol taraftan makaslardı. Yani üzerlerine gün bile değmez, değse de nihayet batış sırasında soldan biraz kırkar geçerdi. Çünkü mağaranın vaziyeti buydu. Her tarafı m’ahfuz, ancak kapısı biraz batıya meyilli olarak kuzeye bakıyordu. Onlar ise mağaranın bir geniş yerinde sıkıntısız bir şekilde yatıyorlardı.
Eshâbı Kehf in o suretle Allah için baş kaldırması ve kavimlerini terkedip mağarada böyle yatmaları, Allahü Teâlâ’nın kudret ve rahmetinden bir delil, bir keramettir.
 İşte böylece ilâhî bir rahmet olarak bu yiğitlerin o mağarada senelerce uyuyup muhafaza edilmesinden sonra Allahü Teâlâ onları bir delil olarak ba’s de etti, ölü diriltir gibi uykudan uyandırdı. Eshâbı Kehf uyandıkları vakit aralarında soruşturmaya başladılar ve içlerinden biri:
— Ne kadar durdunuz, ne kadar uyudunuz? diye sordu. Kimisi:
— Bir gün, diye cevap verdi. Kimi de:
— Bir günden âz, dediler. . Nitekim kıyamette diriltilecekler de böyle sanacaklardır. Bu konuşma esnasında kimi de daha fazla durulduğunu sezerek aralarındaki ihtilâfı kesmek için dediler ki:
— Ne kadar durduğunuzu Rabbiniz en iyi bilir. Binaenaleyh ihtilâfı bırakınız da, hemen birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderiniz, en temiz yiyecek hangisi baksın ve size ondan bir rızık getirsin, çok dikkat ve nezaketle hareket etsin, sakın sizi kimseye sezdirmesin. Zira başınıza binerlerse şüphe yok ki, ya Sizi öldürecekler veya irtidad ettirip milletlerinin dinî putperestliğe döndürecekler. O zaman da ebedî kurtuluş bulamazsınız. Öîdürülürseniz şehîd olur kurtulursunuz ama, dininizden dönüp küfre girerseniz dünyada ve âhirette ebediyyen felaha eremezsiniz.
Hülâs’a böyle konuştular ve bu sözü kabul ettiler de, içlerinden Temliha’yı şehre gönderdiler. Fakat Hüdânın takdirine bak ki, o derece sakınmalarına rağmen Allahü Teâlâ, bu suretle kendilerini tanıttırdı. Çünkü Yemliha’nın elindeki para, o zamanki insanlara göre hayli eski olduğundan dikkati çekmiş ve yakalanmasına sebep olmuştu. Bu şekilde Allahü Teâlâ va’dinin hak ve saatinin şüphesiz olduğunu insanlar muhakkak bilsinler diye, bu duruma muttali kılmıştı. Zira mağarada ne kadar durduklarını bilemeyen Eshâb-ı Kehf senelerce yattıkları yerden kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış ve vaktiyle baş kaldırdıkları müşriklere karşı muvaffak olduklarını ve taleb ve ümid ettikleri ilâhî rahmetin bir tecellîsini görmek ve daha önce îman ettikleri şekilde Alah’ın va’dinin hak olduğunu müşahede ile bilmiş oluyorlardı. Ve bu suretle gerek kendileri ve gerek diğerleri için Kıyametin şüphesiz olduğuna da bir delil ve misâl olmuş bulunuyorlardı.

Eshâb-ı Kehf in uyudukları mağaranın mevkii ile alâkalı olarak muhtelif yerler rivayet edilegelmiştir. Ancak bugün ziyaret edilmekte olan Tarsus yakınlarındaki mevkiin onlara ait yer olduğu bilinmektedir.
Bu kıssaya ait hususlardan biri de onların üç kişi olup kelbleriyle birlikte dört, veya beş kişi olup kelbleriyle beraber altı, yahut da yedi kişi olup kelbleriyle beraber sekiz olduklarına dair rivayetlerdir ki, doğruya en yakın olanı sonuncusudur. Doğrusunu Alahü Teâlâ bilir. Adetlerin bilinmesi kıssa noktası nazarından herkese lâzım değildir. Onları hakkiyle bilenler pek azdır. Çokları bu mevzuuda gaybî taşlamaktan başka bir iş yapmamaktadırlar. Şu hâlde Eshâb-ı Kehf kıssasını yalnız Kur’an’ın beyanına dikkat ederek mütalea etmeli, şundan bundan sormaya kalkışmamalıdır.
Eshâb-ı Kehf’in mağarada uyuma sürelerinin ise üç yüz dokuz sene olduğu yine Kur’an’ın beyanıdır.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

ŞAHMERAN

                                                                       SAHMERAN
    Günümüzden binlerce yıl önce, bugünkü Tarsus kenti civarlarında yedi kat yerin dibindeki mağaralarda yaşayan yılanlar varmış. Bu yılanların şahıymış Şahmaran. Ama ondan sadece yılanlar değil doğadaki tüm canlılar çekinirmiş. İşin gerçeği ise, ondaki bu güç aslında kimseyi korkutmazmış, çünkü Şahmaran diğer hükümdarlar gibi kimseyi tehdit etmez, gücünü kimseye göstermezmiş. Gücünü bilgelikten alırmış Şahmaran. Kainatın tüm bilgisine hakimmiş. Hakikatın yolundaymış. Bu sayede tüm bildiklerini, özelliklerini, tüm hayvanların dilini, her taşın tarihini bilirmiş. Ama gerçek bilge olduğu için bilgisini kullanmaz, kendi gücüne güç katmaya çalışmazmış.
Şahmaran en çok insanlardan kaçarmış, onların bencil arzularını iyi bilir bu sebeple bilgisini onlardan gizlermiş. Fakat Şahmaran insanlıktan uzak değilmiş, çünkü yarı insan yarı yılan görünümündeymiş. Yani ne tam insan ne tam yılan, yarı ateş yarı su. Yarı gece, yarı sabah gibi. Belden yukarısı şeytani denecek kadar büyüleyici güzel bir kadınmış. Başında boynuzları taç gibi görkemli kılıyormuş onu. Ama belden aşağısı ise yılanmış. Her birinin ucunda bir yılan başı olan tam oniki ayaklı güzel bir kadınmış Şahmaran. Bilge, güzel ve hikmet sahibi biriymiş yılanların taptıkları Şahmaran.
Onun masalını dengbejler oniki gün oniki gecede ancak bitirirler. Bizim anlatacağımız bölüm sadece hikayenin sonu. Yani insanın masaldaki son ihaneti.
Masalın sonuna kadar Şahmaran hem insanlardan kaçmış, hem de onları özlermiş. Tam bir yılan olmadığı için yılanların arasında da kendini yalnız hissediyormuş. Arada bir dertleşmek, insani duygularını insanla, insanoğluyla paylaşmak istiyormuş. Gel gelelim bin yıllar boyunca insandan sadece ihanetin binbir yüzü olduğunu görmüş. Her insan ona bencilce yaklaşmış, onun arkadaşlığından çok onlar için onun bilgisi değerliymiş. Ve insan için bilgi güç demekmiş. İnsanoğlu biliyormuş ki, Şahmaran’ın etinin suyu bilgeliğin belki de ölümsüzlüğün yolunu açacak.
Şahmaran ise bin yıllardır kaçış halindeymiş. İnsanlar yüzünden ülkesini hep taşımak, sürekli izini kaybettirmek zorunda kalmış. Onun ölümü sadece insan elinden olabilirmiş. Eğer ona insan ona dokunmazsa kıyamete kadar yaşayabilirmiş. İşt böyle insanlardan ve aynı zamanda yılanlardan da kaçarak yaşamını sürdürürmüş Şahmaran.
Bu zamanların birinde üç genç ormanda top oynuyormuş. Derken gençlerden topu yakalamaya çalışan Cansap’ın ayağı taşa takılmış ve oradaki kuyuya düşmüş. Arkadaşları Tansap’ı kuyudan çıkarmak için çok uğraşmışlar ve tüm çabaları sonuçsuz kalmış. Arkadaşlarını kurtaramadıkları için ailelerinden çok korkan gençler, olan biteni gizlemişler ve Cansap’ı hiç görmediklerini söylemişler. Ve o günden sonra ne kuyunun yanına, ne de ormana bir daha hiç gitmemişler. Aralarında Cansap’ın adını dahi anmaz olmuşlar.
Ya Cansap ?
Kuyuya düşen Cansap ise ölmemiş. Aşağı düştüğünde kendini yeni bir hayatın içinde bulmuş. Kuyudan aşağı çok yumuşak bir düşme olmuş ve düştüğü yer ise çayır çimenmiş. Önce öldüğünü ve cennete geldiğini sanmış. Her taraf bin bir çeşit meyve, kuş ve çiçekle doluymuş. Çevresine baktıkça gördüğü manzaradan büyüleniyormuş. Zamanla çevresindeki yılanları fark etmiş. Fark ettikçe de gözleri büyümeye devam etmiş. Boa, engerek, kobra, çıngıraklı, karayılan…. Her çeşitten onlarca, yüzlerce, binlerce yılan çevredeymiş.
Korkunç bir çığlık atmış Cansap. Kendi çığlığından kendisi korkmuş ve susmuş. Çünkü yılanların tümü dile gelmiş ve konuşuyorlarmış.
- “Korkma bizden, misafirimizsin burada, hoş geldin !”
- “Biz insana düşman değiliz, insanlar bize düşman …”
- “Bakma yerlerde süründüğümüze, bizim de yüreğimiz var. “
- “Bize dokunmayana bizim zararımız olmaz.”
- “Görünüşümüzden korkma, üzme bizi…”
- “Şimdi bekle, seni Şahmaran’ın huzuruna çıkaracağız. İnsanlardan o kadar büyük zararlar gördük ki, buralarda saklanma nedenimiz sadece kendimizi korumaktır. İstemezdik burayı öğrenmeni, ama oldu bir kere, artık başımızın üzerinde yerin var.”
Çok beklememiş Cansap ve kısa süre sonra karşıdan Şahmaran ağır ağır gelmeye başlamış. Şahmaran’ın güzelliğini gördükten sonra Cansap’n gözleri bir kez daha faltaşı gibi açılmış ve kamaşmaya başlamış. Şahmaran’ın kalbi de Cansap’ı gördükten sonra hızla atmaya başlamış. Duyguları ve bildikleri bir türlü barışmıyormuş. Sevinç ve üzüntü. Heyecan ve kararlılık. Tereddütler yaşamaya başlamış.
Şahmaran da, Cansap’ın karşısına dikildiğinde bir deprem olmuş sanki içinde. Gövdesi kuyruğundan kopacakmış gibi hissetmiş. Bin yıllık yaşamında ilk kez böyle bir duyguya kapılmış Şahmaran. Sanki daha önceki bin yıllık yaşamı silinmiş. Göz göze gelmişler. Cansap özür dileyerek başlamış sözlerine. Arkadaşlarıyla kuyunun yanında oyun oynadıklarını, kuyuya düşüşünü, köyünü, annesini ve oraları şimdiden özlediğini anlatmış.
- “Olmaz” demiş Şahmaran. “Bir daha insanlara güvenmeyeceğime dair olarak kesin yeminim var yılanlara” demiş.
- “ Sakın israr etme !.. “
Cansap’ın israrları fayda etmemiş. Yalvarmaları bir işe yaramamış. Şahmaran, ihanetle, firarlarla geçen yaşam öyküsünü anlatmaya başlamış Cansap’a. Her gün bir parçasını öğrenmiş genç adam. Uzun süre ne köyünü, ne arkadaşlarını anımsamamış. Öykü ilerledikçe Cansap daha da meraklanmış. Azar azar bin yıllık tarihi, sadece Şahmaran’ın değil, insanların da tarihini dinlemiş ve öğrenmiş.
Gel gelelim gün gelmiş, Şahmaran’ın anlattığı hikaye sona ermiş. Hikaye bitince de Cansap’ın merakı da tükenmiş.
İnsan dediğin merakı tükenince yüzünü başka yöne çevirir, bilmediği başka meraklar peşinde koşarmış. Zamanla merakın yerini sıkıntılar almış, özlemler almış ve bir gün Şahmaran’ın karşısına çıkmış.
- “ Ben artık gitmek istiyorum ey bilge Şahmaran ! Sana minnetarım, bana çok şey öğrettin. Sayende her şeye başka bir gözle bakıyorum. Ama içimdeki özlem dayanılmaz oldu. Burada duramam, yapamam ben. Burada yaşlanıp ölemem. İnsanları özlüyorum ben” demiş.
- “Olmaz ! ” demiş Şahmaran. “Yeminim var !” demiş .
Ama Cansap çok israr etmiş.
- “Ben diğerlerine benzemem. Sana ihanet etmem. Yemin ederim. Güven bana. İnsana güvenilebileceğini ispat edeceğim sana.” diye devam etmiş sözlerine.
- “Hayır !.. Hayır !.. Sen de ihanet edersin. Çünkü insansın, çünkü insan zayıftır. Unutma ! Her insanın bir zayıf tarafı mutlaka vardır. İhanetin ise bin bir çeşidi.” Diyerek tartışmayı bitirmiş.
Böylece günler günleri kovalamış. Günler geçtikçe de Cansap sararıp solmaya başlamış. Ağzını açıp tek sözcük söylemez olmuş. O sustukça da Şahmaran üzüntüden beter olmuş. Ve :
- “Evet” demiş kendi kendine. “ Yarı insan değil miyim ? İnsanlığımın zayıf noktası çıktı karşıma. Aşk ölümündedir bu topraklarda. Tanrı olsun, Şah olsun kar etmez.”
Yanına çağırmış Cansap’ı.
-“Sakın bu sefer yemin etme. Yemininden dönmeni istemem. Çünkü biliyorum ki, eninde sonunda bana ihanet edeceksin. İhanet zayıf noktada yeşerecek. Yanımda kalmadığına göre, o hayatı özlediğine göre bu böyle olacak. Ama senden istediğim bir şey var. Hiçbir zaman hamama gitme ! “
Bunları söyledikten sonra da gözden kaybolmuş. Yılanlar Cansap’ı sırtlayıp kuyunun ağzına kadar taşımışlar.
Cansap ise yeminini içten emişmiş aslında. Bu nedenle de kendi köyüne uğramadan uzaklara, bir başka köye gidip orada kendi halinde bir marangoz olarak yaşamaya başlamış. Ne çok söz söylemiş, ne de çok söz dinlemiş.
Bu sırada kral mı, bey mi dersiniz, diyelim ki Padişah. O bölgede hüküm süren şah hastalanmış ve yataklara düşmüş. Bu işe en çok da sevinen Vezir olmuş. Vezirin de en büyük arzusu Şahmaran’ı bulmakmış. Şahmaran’ı bulup onun etinin suyunu içerek bilgiye kavuşmak ve böylece ölümsüzlük ağacını bulup meyvesinden yemek, sonuçta ölümsüz olmakmış amacı.
Nice zaman padişaha yalvardıysa da, Şahmaran’ı arayıp bulmak için padişahtan izin alamamış vezir. Padişah korkak bir insanmış ve Şahmaran’la uğraşmak istememiş. Gelgelim padişah yataklara düşünce vezir son kozunu oynamaya karar vermiş.
-“Hünkarım… Hastalığınıza çare bulamadı hiçbiri. Hangi hekim geldiyse aynı şeyi söylüyor. İlacınızı bilse bilse Şahamran bilir. Derman Şahmaran’da. İzin verin Şahmaran’ı bulup getireyim” demiş.
-“Hiç vakit kaybetmeyin !.. Bulun getirin yılanların şahını !” demiş insanların şahı.
Ve tüm ülke halkı hamamlara sokulup çıkarılarak Şahmaran aranmaya başlamış. Cansap boşuna denenmiş. Hamamda Cansap’ın teni pul pul olmuş ve tutmuşlar kolundan. Haftalarca süren işkencelerde ağzını açıp tek kelime söylememiş Cansap.
İşkenceler sonucunda ölümün kıyısına dayanmış. Vezir öleceğinden korktuğu için işkenceyi sona erdirmiş. Ve kurnazca bir plan uygulamaya başlamış.Apar topar Cansap’ın hücresine dalmış ve :
-“Ne yaptılar sana böyle evlat ? Benim bundan haberim yok. Acımasızlığın bu kadarı da olmaz. Hepsinin kellesini vuracağım. Haydi gel seni saya götüreyim. İyileşene dek misafirim ol !” demiş.
Vezir, Cansap’ı sarayda kuş sütüyle beslemiş ve etrafında dört dönüyormuş Cansap’ın.
Cansap kendine gelince, vezir omuzları çökük bir halde Cansap’ın yanına oturmuş ve :
-“İnan bana ! Bizim Şahmaran’a çok büyük saygımız var. Ama başımızda öyle bir tehlike var ki, çok fena. Çaresiz kaldık.”
Vezir, halkın içinde bir salgın gezdiğini, bu hastalığın vebadan beter olduğunu, eğer önlem alınmazsa tüm insanlığa yayılacağını ve bir süre sonra bir tek insanın bile sağ kalmayacağını, ve daha neler neler söylemiş. Cansap, dinledikçe şaşkınlığı artmış.
Vezir en son olarak demiş ki :
-“Şahmaran’ı biz istemiyoruz. Sadece var git yanına. De ki, senden başka danışacak kimsemiz kalmadı. Bu hastalığın ilacı hangi bitkide gizli ? Bize söyle !.. “
Cansap evine dönmüş. Geceler boyu uykusuz kalıp düşünmüş taşınmış. Ve sonunda bir şafak vakti yola çıkmış.
Kuyunun yanına vardığında, vezirin askerleri yakalamışlar Cansap’ı. Meğer Cansap takip altındaymış uzun süredir. Sarayda bekletmişler onu. Beklerken ölüp ölüp dirilmiş. Ama son pişmanlık fayda etmezmiş.
Şahmaran’ı altın bir tepside getirmişler. Başı gururlu ve dimdikmiş Şahmaran’ın. Cansap’tan başka kimseye bakmıyormuş. Gözleri sadece ve sadece ona kilitliymiş. Bir süre sessizlik olmuş. Ve sonra Şahmaran dile gelmiş…
-“Ben sana bu topraklarda Aşk ölümünedir demiştim. Ve zayıf olan ölümü hak eder. Benim zayıflığım sana aşık olmamdır maalesef. Sen bana, ben de yılanlara ihanet etmiş oldum böylece. Başımın suyu zehirlidir. Bilgi kuyruğumdadır. Ceza istiyorsan zehirimi iç.”
Bu sözlerden sonra Şahmaran oracıkta kesilmiş. İki ayrı kazan kaynamış. Zehir kazanı ve bilgi kazanı.
Vezir Şahmaran’ın sözlerini dinleyerek kuyruk suyunu dikmiş başına. Cansap ise ölümden başka bir şey düşünmeden zehir dolu tası içmiş.
Vezir, hemen yıkılmış, vücudunun her yerinden kanlar fışkırmaya başlamış.
Cansap, içindeki yangının azar azar söndüğünü hissetmiş ve yavaşça çıkmış gitmiş saraydan.
O günden beridir, o topraklarda , yoksul halkın arasında bir lokman hekim olarak almış yürümüş Şahmaran….
Rivayetin devamına göre Diğer yılanlar bilmiyorlarmış şahmeranın öldürüldüğünü öğrendikleri zaman tarsus istila edilecekmiş diğer yılanlar tarafından...

TARSUS'UN TARİHİ YERLERİ

Tarsus' ta 1934 yillari arasinda Gözlü Kule Höyükünde yapilan kazilar bu yörede ilk yerlesmenin Neolitik dönemle basladigi ve Orta Tunç çaka dekin kesintisiz sürdügünü ortaya koymustur. Kent önceleri Toros adiyla anilmis sonradan bu ad Latince de Tarsus olmus ve zamanimiza kadar da gelmistir. Tarsus'u ilk kez kimin kurdugu konusunda çesitli söylenceler vardir. Bunlarin en yaygin olani, kentin Asur Hükümdari Sardanapal'in kurdugudur. Yöreye I.Ö. VII-VII.yy' da geldikleri sanilan Yunanlilarin burada bir yerlesmeyle karsilastiklari kesindir


Kuruluşu 8000 yıl öncelerine Yeni Taş Çağı'na dayanan Tarsus'un adını Kent Tanrısı Sandon'dan (Baal Tarz) aldığı bilinmektedir.

Tarsus'un ismi ve kuruluşu hakkındamitolojilerde ve eski yazarların anlatımlarında çeşitli bilgiler vardır. Bunların hemen hepsi Roma İmparatorluğu çağlarında özellikle Augustos döneminde ortaya çıkmıştır ve hiçbiri tarihi bir gerçek olarak kabul edilemez.


Mitolojiye göre Antik Çağlar'da Tarsus Çayı'na Kilikya'nın yenli halkı Cydnos adını vermiştir. Cydnos mitolojide nehir tanrısına verilen isimdir. Azra Erhat Cydnos için şöyle yazar:"Kilikya'da bugün Tarsus Çayı diye bilinen ırmağın tanrısı. Ana tarafından lapetos'un torunu sayılır. Cydnos'un Parthenios adlı bir oğlu olduğu ve Cydnos Irmağı' nın denize döküldüğü yerde bir kent kurup ona Parthenia demiştir. Burası da bugünkü Tarsus'dur."

Mitolojideki Pegasus (kanatlı uçan at) ya da Bellerofontes Kilikya ovasında yolunu şaşırmış ve Tarsus'un bulunduğu yerde ayağı sakatlanmış olduğundan kente Latince ayak tabanı anlamına gelen Tar-sos adı verilmiştir.

Diğer bir efsaneye göre kentin kurucusu eski Kilikya Tanrısı Sandon ile bir tuttukları Herakles'dir.Herakles'in resimleri MÖ 4. üzyıla ait Tarsus sikkeleri üzerinde bulunmaktadır.

Antik gezgin ve coğrafyacı Strabon "Coğrafya" kitabında kentin kuruluşuyla ilgili olarak:"Tar-sos'a gelince o bir ovada uzanır İo'yu araştırmak üzere Triptolemosla birlikte dolaşan [Argos]]lular tarafından kurulmuştur." şeklinde bir bilgi verir.

Bir efsaneye göre bu kentin kurucusu Perseus'dur. Mitolojinin kahramanlarından biri olan Per-seusHitit döneminde Andrasos olarak bilinen bir köyün yerinde Tarsus kentini kurmuştur.

Diğer bir efsaneye göre Tarsus Tarım Tanrıçası Demeter'İn oğlu Triptolemos tarafından kurulmuştur. Antik Çağ'da Tarsus önemli bir tarım merkeziydi ve bu özelliği antik Tarsus sikkelerinde betimlenmiştir.

Tarsus Mozaiği M.S. 3. yüzyılda yapılan mozaikte Orfeus'un müziği ile vahşi hayvanları uslandırmasına ait tasvir. antakya müzesi.Tarsus adı ve kentin Kilİkya Kralı Syennessis'in yönetim merkezi olduğu ilk defa MÖ 401 yılında Ksenephon'un "Anabasis" kitabında belirtilmektedir. MÖ 5. yüzyılın ikinci yarısından İtibaren Tarsus'a ait sikkeler üzerinde kentin ismi gerek Aramice ve gerekse Grekçe yazı ile Tarz ve Terzi şekillerinde görülmektedir. Tarsus'un bu şekilde bilinen adına çok daha önceleri Asur kaynaklarında rastlanılmaktadır.Asur kaynaklarında önce Kilikya'nın merkezi olarak bildirilen Tarsus Asur Kralı 3.Salmannassar (MÖ 859-825) ve Sanherib'e (MÖ 704-681) ait belgelerde Tarzi şeklinde anlatılmaktadır